Tarikat, lügatte “yol” manasına gelir. Tarikatların esasını tasavvuf bilgileri teşkil eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarikatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bütün Eshab-ı kiram radıyallahü anhüm, bu bilgileri silsile yoluyla kendilerinden sonrakilere ulaştırdı. Hazret-i Ebu Bekr ile hazret-i Ali müstesna, diğer sahabeye ait silsileler birkaç asır sonra kayboldu. Bin dört yüz seneden beri, ince bilgiler ve marifetler, hazret-i Ebu Bekr ile hazret-i Ali’ye ait silsileyle gelmiştir.
Tarikatların ne olduğunu kamil manada anlamak için ilk önce şeriatin ne olduğunu bilmek gerekir. Allah'ın (c.c.) şeriatini tam manasıyla içine sindirmiş bir insan, kabullenmiş bir insan tarikatın eksikliğim kendi bünyesinde zaten hissetmeye başlar. Çünkü Allahu Teala'nın nizamını, şeriatini içine sindirip kabullenen her insanda bu nizamı hayata geçirip, yaşayıp yaşatması gereği hasıl olur. îşte tarikatta bu nizamı, bu şe-riati en iyi şekilde takva üzere hayata geçirip yaşama şeklidir. Şeriat kurallar ve bu kuralları tam olarak bilmektir. Tarikat bu kuralları tam manasıyla yaşamak ve yaşatmak yoludur. Yoksa birçok insanımızın anladığı manada tarikat, dünyadan elini eteğim çekmek sadece kendini ibadete vermek değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.-) ashabı ve gerçek tarikat erbabları böyle yapmamışlardır. Onlar aksine şeriat! bütün incelikleriyle ilmi manada bilip, takva üzere yaşamış, aynı zamanda ticarette yapmışlar, devlet işleri ilede uğraşmışlar, ailevi düzenlerim de devam ettirmişlerdir. Yani evlenmişler ve çoluk çocuğa da karışmışlardır. Kısaca Allahu Teala'nın helal kıldığı her şeyden fayda-lanmışlardır. Dinimizdeki yerine gelince,
Cenabı Hak (c.c.) Kur'an'da, Yunus suresi: 62, 63, 64. ayetlerinde mealen şöyle buyuruyor:
"iyi bil ki Allah'ın veli kullarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar ki inandılar ve korundular. Dünya hayatında da ahirette de müjde onlara, Allah'ın kelimeleri (sözleri) asla değişmez, işte bu büyük bir kurtuluştur."
Tarikatları veli mektepleri olarak kabul edersek, Allah'ın bu va'dini de bunun yanma koyarsak tarikatların dinimizdeki yeri kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.Bununla birlikte, dinde yani şeriatta olan herşeyin zahiri ve batını şekilde araştırılmış daha saflaştırılmış şekli vardır tarikatta. Bu araştırma ve saflaştırma kulların daha iyi anlaması ve daha kolay ve zevk alarak yaşaması doğrultusundadır. Tarikat, nefisle yani insanın kendi içindeki gurur, kibir, riya gibi kötü hasletleriyle mücadele etmesidir, zira bir muharebe sonunda Rasulullah (s.a.v.) ashabına asıl muharebenin yeni başladığım söyleyince ashab "Ya Rasulullah bu çetin ve kanlı muharebeden daha büyük ne olabilir ki?" diye sormuşlar O da: "Nefislerimizle olan savaşımız yeni başlıyor, ganimet dağıtımında esirlere mua melede nefislerinize uymayınız," diye öğütlerde bulunmuştur. Yani tarikatı öğütlemiştir. Tarikat, şeriat üniversitesinin doktora yapma bölümüdür. Bu doktora yapmaya hak kazanmış kamil insan ilk önce doktor olur, sonra doçent sonra da profesör. Ama bu makamlara gelebilmek için ilk önce şeriatın ilk okulunu, orta okulunu, lisesini ve üniversitesin! okumak ve mezun olmak gerekir.Herhangi bir tarikata girmek şart mıdıra gelince, insan manevi açıdan olgunlaşmak, nefsinin heva ve heveslerinden kurtulmak, kendi içini temizlemek, şeriat! kamil manada yaşayıp yaşatmak mana aleminde yükselmek niyetinde ise şarttır.Tarikat kulların toplum hayatında, aile hayatında, iş hayatında kısaca her sahada yaradanından korkması, yüreğinin onun adı anıldığında bile titremesi halidir. Sözün özü her gönüle manevi bir jandarma manevi bir bekçi koyma halidir. Hal böyle olunca hangi insan bunu istemez? Hangi insan buna karşı çıkabilir.Onun için şeriatin inceliklerim bilmek isteyen her insan için bir tarikat yolu şarttır diyebiliriz. Kısaca şeriatsiz olgunlaşmış bir tarikat hayatı, aynı şekilde tarikatsiz olgunlaşmış bir şeriat yaşantısı düşünülemez.Tarikatların zahiri, pratik manasım birkaç cümle ile özetledikten sonra, fakirane dilimizin döndüğü kadar biraz da batını (gizli) manasından bahsetmek isteriz.Tasavvuf yolu, yani tarikatlar, mana aleminde, ba-tını alemde devamlı surette Allah'ı (c.c.) hatırlamak ve sürekli ondan korkmaktır, însan nasıl zahirde hazır-ladığı, düşündüğü şeyden uzak kalamazsa, işte tari-katta insana hatırlattığı şeye yani Allah (c.c.) ile de-vamlı birlikte olnaaya sevk eder ve sürükler. Nitekim
Cenabı Hak zülciel h.z. Maide suresi 35. ayetinde me-alan şöyle buyuruyor.
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun ona (yaklaşmak) için vesileler arayın ve onun yolunda cihad edin, ta ki muradınıza eresiniz."
Tarikat insanı Allah'a yaklaştırır ve Allah ile bir-likte kılar. Tarikat insanın Allah için gözünden dökü-len yaştır. Gönlündeki nefsi emmaresiyle savaştır. Ta-rikat şeriat gemisine binip, denize açılmak ve o engin-lerdeki sırları, güzellikleri keşfetmektir. Tarikat bü-tün alemi yaradanının gözüyle görmek ve bütün mah-lukatı yaradanından ötürü sevmektir. Kısaca tarikat bütün gönülleri birleştirip Allah'a doğru yürümektir.
Mevlana hazretleri ne güzel söylemiş:
"Aşıkların sevinci ve gamı sadece Allah'tır. Onla-rın el emekleri ve ücretleri de yine O'dür. Her kim de Allah'tan başkasına bir aşk varsa o aşk şeker yemek kadar tatlı da olsa yine can çekişmek kadar acıdır." Yine Peygamber (s.a.v.) Efedimiz Rabb'ine şöyle iltica ve niyaz eder ve der ki: "Senin öfkenden rızana sığını-rım, Ya Rab! Senden Sana sığınırım" Evet tarikat Al-lah'tan yine kendisine sığınma yöntemidir. Tarikat ya-radanın kapısından başka gidilecek bir kapı olmadığı-nı benimseten yoldur. Bunların ötesinde tarikat aklın bile idrak edemediği olağan üstü halleri yaşamaktır. Özetle tarikat yine Peygamber'imizin: "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız." hadisinin özüdür, içeriğidir.
Tarikat altunu has hale getirmektir. Daha sonra da bu has altunu kalıplara dökmek ve ondan çeşitli güzellikteki mücevherat ortaya çıkarmaktır.Tarikat, şeriattaki su ve toprak ile yapılan temizlikle yetinmeyip kalpleri temizleme yoludur. Tarikat Ramazan orucunu tutan bir insanın yemek içmek şöyle dursun orucu bozulacak korkuşu ile kötü sözden, gıybet etmekten bile korkmağı halidir.Tarikat, Allah demektir. Allah'ı sevmektir, O'ndan korkmaktır. O'nun kapısından başka bir kapı aramamaktır.Tarikatı zahiri batını manada makul ve anlaşılabilir ölçülerde dilimizin döndüğü şekilde açıklamaya çalıştıktan sonra, şimdi de tarikat nasıl başlar ve nasıl devam eder? Bunun zerine birkaç kelam etmek isteriz.Tarikat yolu murad etmekle başlar. Zaten mürid demek murad etmek demektir. Daha sonra önceden bahsettiğimiz gibi şeriat üniversitesin! bitirmiş bir profösörün (Kamili mürşidin) eteğine yapışmak ve onun derslerine katılmakla devam eder.On iki hak tarikat ve bunların çeşitli kolları vardır. Bunların bir kısmı günümüze kadar ulaşmamış ve yine bir kısmı da özünden çıkanlarak yani tahrib edilmek sureti ile gayesinden saptırılmak istenmiş olsa bile yine de gerçek ve hak olan tarikatların ve onları canları pahasına yaşatmaya çalışan kamili mürşidlerin bugüne dek Elhamdülillah varlıklarım koruyabil-meleri büyük sevinç ve öğünç kaynağımızdır.
Geçmiş asırlarda ve günümüzde her ne kadar benimsenmeselerde tarihe baktığımızda bütün maddi manevi icadların; ilimlerin ve fetihlerin altında o tarikatların ve onların kamili mürşitlerinin manevi imzaları açık açık görmemiz büyük bir gerçektir.
Cebir ilminin temelinde ve hatta isminde bile bir Allah dostunun imzası vardır. Tıbbiyede îbni Sina hakeza öyle yine Osmanlı împaratorluğunun kurulmasında Şeyh mürşid Edebali'nin imzası İstanbul'un fethinde büyük mürşid Akşemseddin Hz.nin imzasım (manevi) bulmak her kesim insan tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Günümüzde maalesef tarikat yollarının önünün kesilmek istenişi bu yolların yadırganışı, yok sanılma-sı, bizleri yukarıda saydığımız zahiri ve batınî ilimlerden yine aynı şekilde zahiri ve batınî fetihlerden uzaklaştırmış, bizi bize hiç yakışmayacak şekilde bir zamanlar ismimizden bile çekinen kavimlerin kapısında dilenci durumuna düşürmüştür.
Evet geçmişte Allah'ın dostlanna sahip çıkan ve onların yollarına maddi ve manevi destek veren top-lumları Cenabı Hak yüceltmiştir. Şimdi ise onları yadırgayan, küçümseyen, yok sayan, ezen toplumların durumuda ortadadır.
Yukarıda belirttiğimiz on iki tarikattan biri de Ka-diri tarikatıdır. Adım zamanın en büyük mürşidi, alimi olan Gavsulazam Abdul KADÎR Geylani hazret-lerinden almıştır. Kadiri tarikatının ve diğer tarikat-ların piri ve yol gösterenidir. Burada manevi rütbele-rin en büyüğü olan "Gavsül-Azam" nedir? onu açıklamak isteriz.Her toplumun manevi bir büyüğü bir manevi başı vardır. Bu baş o topluluğun kutubudur. Bütün zahiri ve manevi olgunluğu şahsında toplamış olan bu kutu-ba GAVS denir. Her devirde bir tanedir, işte kendi devrinin, kendi asrinin en büyüğü, Gavsül Azam'ı da Abdülkadir Geylani hazretleridir.Günümüzden 945 yıl önce yani hicri 471 yılında "Geylan" kasabasında dünyaya gelmiştir. Bu fani alemde 90 yıl yaşamış ve ebedi aleme göçmüştür. Ba-bası Seyyid Ebu Salih'tir.Soyu baba tarafından Hz. Hasan (r.a.) Efendimize, anne tarafından Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimize daya-nır. Yani anne ve baba tarafından soyu Peygamber Efendimiz'in torunlarına dek uzanır.Abdülkadir Geylani Hazretleri Hanbeli mezhebinde idiler.Türbesi Bağdat'tadır.
Asr-ı saadette ve sahabe devrinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymakta büyük bir titizlik gösterilirdi. Tabiin ve Tebe-i Tabiin devrinde de böyleydi. Sonra dinde gevşeklik ve dünyaya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak, yani emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye zühd; halleri böyle olanlara zühhad (zahidler) ve ubbad (abidler) denildi. Daha sonra bozuk fırkalar ortaya çıkıp, kendi rehberlerine zahid ve abid deyince, Ehl-i sünnetten olanların, bozuk fırkalardan ayırt edilebilmeleri için sünnet-i seniyyeye sımsıkı yapışmak, dünyaya meyletmemek ve kalbi manevi kirlerden temizlemekten ibaret olan hallere tasavvuf; böyle kimselere de sufi ve mutasavvıf adı verildi. İlk önce kendisine sufi denilen, Ebu Haşim Sufi’dir (v.115/M.733). Sufi kelimesinin yayılması, hicri ikinci (miladi sekizinci) asrın sonlarından itibaren olmuştur.
İslamın ilk iki asrında hazret-i Ebu Bekr ile hazret-i Ali’den gelen feyz ve marifetler insanların istidad ve kabiliyetleri, tabiat ve mizacları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Neticede, hazret-i Ebu Bekr’e ait silsileden 9. asırdan itibaren; hazret-i Ali’ye ait silsileden 12. asırdan itibaren ana tarikatlar ortaya çıktı. Zamanla ana tarikatlar içerisinde manevi hususiyetleriyle temayüz edenler (mürşid-i kamiller, tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarikatın temel özelliklerine muhalefet etmeden, bazı değişiklikler ve ilaveler yaptılar. Böylece ana tarikatların şubeleri ortaya çıktı. Bunlar da tarikata hususiyetini veren o veli zatın ismiyle anıldılar.
11. asırdan itibaren sistemleşmeye başlayan tarikatların ferd ve cemiyet hayatında büyük tesirleri olmuştur. Tasavvuf büyükleri çobandan devlet reisine kadar herkese hitab edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptığını Allah için yapma ruhunu aşılamışlardır. Ferdlerin, basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riya ve gösterişten uzak, yüksek karekterli insanlar olmalarına yardımcı oldular. Cemiyetteki insanların birbirlerini dilden değil, gönülden seven, kendileri için istediklerini başkaları için de isteyebilen kimseler olmalarına, benlik davasından ve kendini beğenmişlikten sıyrılmalarına gayret ettiler. Dünya sevgisiyle katılaşan kalpler, onların tesirli sözleriyle yumuşadı. Böylece an’anevi bağlarla birbirine kenetlenmiş, birlik ve beraberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana geldi.
Ayrıca İslamiyetin yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarikat mensubu zatlar, Hindistan ve Malay adalarına kadar gidip, yerli halkın lisanlarını öğrendiler, aralarına karışıp, İslamı yaydılar. İslamın yayılmasında hizmet veren böyle binlerce zattan biri de Ebu İshak Kazeruni’dir (v.426/m.1034). Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslamiyetin yayılmasında bütün gücüyle çalışan Kazeruni, kurduğu askeri birliklerle gazalar tertip etti. Bu yüzden kendisine Şeyh-i Gazi dendi. Yirmi dört bin Yahudi ve ateşperestin Müslüman olmasına vesile oldu. Ayrıca gazaya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemin hazırlayacak faaliyetlerde bulundular. Orduyla beraber gittiklerinde konuşmalarıyle askerin moralini ve maneviyatını yükselttiler. Yine fethten sonra o beldenin gayr-i müslim halkını İslamiyete ısındırmak için çalıştılar.
Bunun içindir ki, İslam devletlerinde halifeler ve sultanlar alimlere ve evliyaya daima kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devletinin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebu Said Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasihatını ve dualarını almayı ganimet bilirlerdi.
0 yorum:
Yorum Gönder